
VARŞOVA(PCO-Günhan Özceylan) Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle en üst noktaya ulaşan Avrupa Birliği ve Rusya ilişkileri, siyasi yaptırımlardan sonra yerini ekonomik yaptırımlara bıraktı. AB ülkeleri Rusya’yı dünya ekonomik sisteminden ihraç etme yoluna giderken, Rusya ise hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinin muhtaç olduğu enerji kozunu kullandı ve gazı kesti. Tüm gaz anlaşmalarının feshedilmesiyle, Avrupa Birliği kendisini büyük bir doğalgaz-enerji krizi içerisinde buldu. Avrupa’da Enerji Krizi Yazı Dizisi, Avrupa’da yaşanan enerji krizini 2 farklı yazı ile mercek altına alıyor.
Çok değil, aşağı yukarı 5 yıl önce Avrupa dünya genelinde standartları yüksek, yaşam kalitesi bakımından ortalamanın oldukça üzerinde bir görüntüye sahipti. Bu görüntü elbette Avrupa ülkelerinin “dikensiz gül bahçesi” olduğu anlamına gelmiyordu, ancak insani ve hayati gerekliliğin sağlandığı,kendine yeten bir avrupa vardı birkaç sene önce. Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı tek ciddi sorun, belki de Ortadoğu ve Asya’dan gelen göç dalgasını karşılamaktı diyebiliriz.
Ancak gözlerimizi 2022 yılının Avrupa’sına çevirdiğimizde, işler artık pek de öyle değil, çünkü dünya eski dünya değil. Üçüncü dünya savaşı ihtimallerinin komplo teorisi olmaktan çıktığı, göç sorununun global bir nitelik kazandığı, siyasi dengelerin birer birer değiştiği güncel dünya konjonktürü, bu defa Avrupa’dan yana değiştirdi dengeleri.
Avrupa Kalıcı Olarak Değişiyor
Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından dünyanın siyasi ve coğrafi haritası kalıcı olarak değişmişti. Çözülen birliğin içerisinde yer alan ülkeler birer birer dünya neoliberal sisteminin parçası olurken, Sovyetler Birliği’nin öncü ülkelerinden Rusya ise, çözülme sonrası daha farklı bir yol izledi. Serbest piyasa ekonomisine geçiş yapması onu dünyanın diğer ülkeleriyle aynı yola soksa da Rusya içerisinde barındırdığı etnik, kültürel ve bürokratik çelişkileri bağrında taşıyordu. Ayrıca Rusya, 17 milyon kilometre kare yüzölçümü, işgücü kapasitesi ve doğal kaynaklarının bolluğu ile “kendi yağında kavrulan ülke” tanımlamasının oldukça üzerinde bir yapıya sahipti. Sovyetler Birliği’nden kalan diplomatik ve siyasal ağırlığı kaybetmek istemeyen Rusya, bu ağırlığı kaybetmemek, “yenisi” ile doldurmak istiyordu.
Rusya’nın dünya serbest piyasasına entegrasyonu, Boris Yeltsin döneminde başladı. Siyasi ve bürokratik olarak birçok değişikliğe imza atan Yeltsin (bkz. Özelleştirmeler), iktidarı boyunca Avrupa ülkeleriyle sorunsuz, uyumlu bir diplomasi geliştirdi.
2000 yılına gelindiğinde ise, Rusya’nın şimdiki halini karakterize edecek isim, Yeltsin’in ani istifasıyla Devlet Başkanlığına getirildi: Vladimir Putin. Rusya, Putin’in Devlet Başkanlığı altında sert ekonomik tedbirler, ulusalcı bir yapılanma ve iç karışıkların neredeyse son bulduğu bir ülke haline geldi. Kendi içerisinde kimi sorunları çözerek görece istikrar kazanan Rusya, yavaş yavaş Avrupa, ABD ve Çin’in yanı sıra dördüncü güç olma yolundaydı.

Yükselen Gerilim
Öte yandan Avrupa Birliği ve NATO üye ülke sayısını artırırken, kapsamı giderek genişleyen bir yapıya bürünüyordu. NATO ile Rusya arasındaki gerilim gerçek niteliğini kaybetse de yine de tarihsel bir yan taşıyordu. Sovyetler Birliği ve diğer Sosyalist Blok ülkelerine karşı kurulmuş olan NATO, yönetim biçimi değişse bile Rusya için güvenilir bir birlik değildi. NATO’nun üye sayısının artmasıyla birlikte siyasal etki alanını tehdit altında gören Putin yönetimi ise Ukrayna’yı kendi etki alanındaki bir devlet olarak görüyor ve sınır olarak belirliyordu. Varşova Paktı’na dayandırılan bu politika, aynı zamanda Ukrayna’yı kendi safına çekme çabalarını da içeriyordu. Bu gayret Ukrayna’da Yanukoviç döneminde başarılı oldu diyebiliriz. Ukrayna’da Turuncu Devrim ile noktalanan yalpalama dönemi, askıya alınan Avrupa Birliği Ortaklık Anlaşması’nın gündeme gelmesi, Tam Üyelik Görüşmeleriyle birlikte batıya doğru bir ivme kazandı. Avrupa’nın bir başka “doğu sınırı” olan Polonya’nın da NATO ve AB üyesi olmasıyla birlikte etkisi büyüyen batı bloğu ülkeleri Rusya’nın alanını daraltırken, Ukrayna’da batıya yönelen bir iktidarın başa gelmesi Avrupa’nın dengelerinin değişeceğine işaret ediyordu.
2014 yılında Kırım’ın ilhak edilmesi, Rusya’nın batıya karşı verdiği ilk notaydı denilebilir. İlhakın arkasında ulusalcı güdüler bulunsa da daha sonrasında Ukrayna’nın doğusunda yer alan Donetsk ve Lugansk gibi bölgelerde iç savaşın çıkması ile özerklik ilan edilmesi, yükselen gerilimin önemli unsurlarıydı. Yaşanan ilhaklar ve özerklik ilanlarının hiçbirisinin AB ve ABD tarafından “meşru” kabul edilmemesi de bu durumun bir göstergesidir.
Rusya’nın En Büyük Kozu
Tüm bu yaşanan gerilim, güncel olarak herkesin bildiği gibi 24 Şubat 2022’de en üst noktaya ulaştı ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile sonuçlandı, boy attı. Peki tüm bu siyasi gerilime rağmen Rusya ile Avrupa Birliği ülkeleri arasında nasıl bir ekonomik ilişki vardı? Gerçek şu ki, 2014 yılından itibaren siyasal olarak çeşitli ultimatomlar ve notalarla iplerin gerildiği Rusya-AB ülkeleri ilişkilerinin ardında ticari bir arka plan vardı. Neredeyse tüm Avrupa Birliği ülkelerini Gazprom gibi büyük şirketlerle gaz ihracına mecbur bırakan Putin yönetiminin, esasında en büyük kozu buydu diyebiliriz. Dolayısıyla savaş kararı alındığında Avrupa Birliği’ni sıkıştırmak Rusya için çocuk oyuncağı gibi görünüyordu. Çünkü AB ülkeleri, Ukrayna’nın işgali başlamadan önce gazının yüzde 40’ını, petrolünün üçte birini Rusya’dan alıyordu. Avrupa’nın Almanya, İtalya gibi büyük ekonomilerinin Rusya’ya bağımlılığı oldukça yüksekti.

Savaşın başlamasıyla birlikte Avrupa ülkeleri bir ihtimal olarak görülen “soğuk” gerçekle karşı karşıya kalmışlardı. Ukrayna’nın desteklenmesi ve Rusya’ya ağır yaptırımları onaylamaya karşın katı kemer sıkma politikalarına gitmek. Ukrayna’nın desteklenmesine karşılık enerji sorununa sahip olan AB ülkeleri, bir dizi zorlu politika uygulamaya başladı. Peki bunlar neydi?
Uzun Vadeli ve Sancılı Çözüm
Rusya savaşı başlatmasından itibaren Avrupa’yı enerji kozu ile dize getirmeye çalıştı. Almanya, Fransa, Hollanda gibi önde gelen ülkeler telaşa sürüklenirken, Avrupa’nın yıllardan beridir dillendirdiği “yeşil enerji” kaynaklarının esasında bir alternatif bile olmadığı gözler önüne serildi. Telaşını üzerinden atmasının üzerinden Avrupa Birliği Parlamentosu’nun ilk yaptığı şey, Acil Durum Planı hazırlamak oldu. Bu plan kapsamında ise şu kararlar alındı:
1-Üye ülkelerin yüzde 15 oranında gaz tüketimini azaltması
2-Doğalgaz depolarının kış ayına kadar dondurulması
3-Düşük maliyetli elektrik üreticilerinin gelirinin sınırlandırılması
4-Fosil yakıtlar için vergi alınması
Alınan bu kararların ardından Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ise güncel politikayı şu sözlerle özetliyordu:
"Rusya enerji piyasamızı manipüle ediyor. Ama bizim de ekonomik gücümüz, siyasi irademiz ve birlikteliğimizden gelen gücümüz var"
Açıklanan bu politikanın ardından güncel olarak iki eğilim gözlemleniyor. Birincisi, Arap ülkeleri ile diplomatik teması sıkılaştırmak; ikincisi ise acı reçeteli bir uzun dönem enerji politikası uygulamak. Esasında birinci seçenek güncel olarak uygulanmak zorunda olan seçenekti. Bu bağlamda İtalya ve Almanya gibi ülkeler kendilerine Cezayir ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi alternatif enerji kaynakları bulmaya çalıştılar. Fakat AB bir bütün olarak, blok halinde bir enerji anlaşması yaptığında, pazarlık gücü çok daha yüksek oluyordu. Şu anda Avrupa ülkelerinde gaz fiyatının Asya’nın iki ABD’nin 10 katı düzeyinde olduğu düşünüldüğünde, buna ihtiyaçları olduğu aşikar.
Yazının başında sözün ettiğimiz gibi Avrupa’da dengeler değişmekte. Rusya’nın Kuzey Akım-1 üzerinden gaz akışını durdurmasıyla komplo teorilerine konu olan sahneler hayatımıza girmeye başladı. İspanya’da ünlü meydanların aydınlatmasına sınırlama getirilmesi, Fransa’da Eyfel Kulesi, Louvre Müzesi ve Versay Şatosu gibi mekanların elektriklerinin erkenden kesilmesi gibi önlemler, Avrupa vatandaşlarının birlikte yaşamaya başladığı birçok gerçeklikten birkaçı…
Peki Yeşil Enerji Mümkün mü?
Avrupa ülkeleri bahsettiğimiz gibi ilk olarak Arap ülkelerine yanaştı. Ancak karmaşık siyasi konjonktürde Arap ülkeleriyle yapılacak enerji anlaşmaları o kadar mümkün değil. Öte yandan nükleer santrallerin yapılması ise başlı başına bir külfet, çünkü hem yapımı neredeyse 15 sene gibi bir zaman alıyor, hem de Avrupa’da senelerdir serpilmekte olan yeşil siyaset kuşağının buna müsaade vermesi zor görünüyor. Peki ya yeşil enerji mümkün mü?

2021 yılının Nihai Enerji Tüketimi verilerine göre, Avrupa’da doğalgazı en çok kullanan ülkeler sıralamasında yüzde 38 ile Hollanda, yüzde 33 ile Macaristan, yüzde 30 ile İtalya ve Belçika, yüzde 27 ile Almanya geliyor. Öte yandan uzayıp giden bu listede doğalgazı en az kullanan ülkeler ise yüzde 1 ile İsveç, yüzde 2 ile Norveç, yüzde 3 ile Finlandiya ve yüzde 11 ile Danimarka gibi İskandinav yarımadasının ülkeleri. Yüzde 22 olan ortalama AB kullanımının çok çok altında olan bu kullanım oranları, İskandinav ülkelerindeki yeşil politikaları daha gerçekçi kılıyor. Nitekim Yenilenebilir Enerji Kaynakları verilerine de bizlere Avrupa’nın işinin kolay olmadığını söylüyor. İzlanda(yüzde 83), Norveç(yüzde 77), İsveç(yüzde 60) ve Finlandiya(yüzde 40) gibi ülkelerin yenilenebilir kaynakları daha yaygın bir kullanıma sahip. Buna karşın AB’nin yenilenebilir kaynak oranı ise yüzde 21 dolaylarında.
Rusya’ya karşı topyekun bir çözüme odaklanan AB, Arap petrolünü almanın yanı sıra doğal kaynakları da kullanıma sokma konusunda elini çabuk tutmak istiyor. Geçtiğimiz günlerde konuya ilişkin açıklama yapan Almanya Yeşiller Partisi’nden Annalena Baerbock ise, Yeşiller’in kimi ülkelerde iktidar ortağı olmasına rağmen bunun hiç kolay olmadığını belirtiyor. Çünkü Avrupa ülkelerinin doğalgaza bağımlı olması bir yana, kendi ülkelerindeki kaynak kullanımı da değiştirilmesi zor kaynaklar. Avrupa Birliği ülkelerinin kendi ulusal kaynaklarında yüzde 25 oranında nükleer enerji kullanılırken, doğalgazın payı ise yüzde 20 civarında. Hidroelektrik yüzde 13, rüzgar enerjisi yüzde 14 ve güneş enerjisi ise yüzde 5 oranında kullanılıyor. Üstelik elde edilen tüm enerjinin yüzde 60 gibi büyük bir kısmı ise sadece ve sadece ısınma için kullanılmakta.
AB ülkelerinin koordinasyonları belirli bir çözüm üzerinde uzlaşamamış olacak ki son aylarda her ülkeden farklı açıklamalar geliyor. Eş zamanlı olarak uygulanan Acil Durum Eylem Planı’nın belli politikaları bir yana, Von der Leyen’in önerdiği ortak bir enerji satın alma platformu önerisi ise halen kabul edilmiş değil. Nitekim bugünlerde Katar’ın kapısını aşındıran Avrupa Birliği ülkeleri kendi ayrı çözümünü bulacak mı, bulamayacak mı göreceğiz…
Yazı Dizisine Devam Etmek İçin: Enerji Krizi: Polonya’nın Çözümü